KAFKASYA SÜRGÜNÜ
21 Mayıs 1864 Kafkasya’da tarihin durduğu
gün. Işgal, sürgün, soykırım, göç Kafkasya;
kahramanların, güzel insanların, eşsiz tabiatın, yalçın ve geçit
vermez dağların olduğu, anka kuşunun efsaneler ülkesi.
Kafkasya, sıcak denizlere inme sevdasının kurbanı, işgal,
kan, gözyaşı, savaş, soykırım ve sürgünler ülkesi.
Sevda türkülerinden çok hürriyet türküleri söyleyen
özgür ruhlu, özgürlük tutkunu, gururlu erkeklerin ve
kadınların ülkesi. Türkiye’de ise sadece Çerkeztavuğu,
Çerkez kızı, harika dansları, efsane İmam Şamil ve Çeçen
savaşı ile hatırlanan güzel ülke. Türkiye’de Kafkasya bu
simgelerle tanınır da, maalesef bu güzel ülkenin
insanlarının Türkiye’ye niçin, ne zaman ve hangi şartlarda
geldikleri ve kim oldukları çok az kimse tarafından
bilinir.Halbuki bundan tam 136 yıl önce Kafkasyalılar için
Türkiye’ye gitmek demek, uğrunda seller gibi kanların
döküldüğü anavatanlarından kalplerini bırakarak sürgün
edilmek ve bu sürgünde anlatılmaz acılar yaşamak
demekti.21 Mayıs Kafkasyalılar için vatanlarından sökülüp
atıldıkları, tarihte eşine ender rastlanan büyük sürgünün ve
tarifsiz acıların yıldönümü.Büyük sürgün ve göçün
üzerinden tam 136 yıl geçti. 21 Mayıs 1864, Kafkasya’da
silahların sustuğu ve son mücadelenin de kaybedildiği, bu
yüzden de büyük sürgünün sembolü kabul edilen gündür. Bu
son mücadele bir bakıma yüzyıllarca süren Rus-Kafkas
savaşlarının kısa bir özetidir. Bir avuç Çerkez, kendilerinden
hem sayıca hem silahça kat be kat üstün olan Rus
kuvvetlerine karşı kahramanca savaşmışlar ve artık yenilginin
kaçınılmaz olduğunu anlayınca kadınlar da silahlanıp savaşa
katılmış ve son kahraman da şehit oluncaya kadar mücadele
etmişlerdir. Vadi kan gölüne dönmüş, hırslarını alamayan
Ruslar geride kalan çocukları birbirine bağlayarak
toplara hedef yapmış ve hepsini imha etmiştir.Bu son
savaşın da kaybedilmesi ile Kafkasya tamamen işgal
edilmiş ve tarihte benzerine zor rastlanır bir sürgün ve
soykırım yaşanmıştır. Bu öyle bir sürgündür ki, yaklaşık
3.000.000 insan yerinden yurdundan sürülmüştür. Bu
insanların yaklaşık 2.000.000’u vatanlarından kovulmuş ve
Osmanlı topraklarına sürülmüş ancak hiçbir zaman geri
dönememişlerdir. Halbuki onlar ilk fırsatta yurtlarına geri
döneceklerini düşünerek, gittikleri yerlerde yıllarca ev bile
yapmamışlardır. Bu sürgün sırasında yüz binlerce insan soğuktan,
açlık ve susuzluktan ve bunların neticesinde
hastalıktan kırılmış, yine bir kısmı da hayvanlar gibi tıklım
tıklım dolduruldukları gemi ve sandallarda fırtınaya
yenik düşerek ölmüşlerdir. Kıyıya ulaşabilenler ise,
imkânların yetersiz olması nedeniyle aynı akıbete Osmanlı
topraklarında yakalanmışlardır. Acılar, sağ kalanların da
yakasını bırakmamış; Osmanlı toprakları içerisinde sürgüne
maruz kalmışlar, bir kısmı da yerleştikleri yerin iklim
koşullarına dayanamayarak hayatlarını kaybetmişlerdir. Büyük
sürgün neticesinde Batı Kafkasya’nın nüfusunun yüzde
90’ı boşaltılmıştır. Sürgün, 1859’da İmam Şamil’in
esir düşmesi ve Doğu Kafkasya’da savaşın sona ermesi
ile başlamış; 1864’te Batı Kafkasya’da savaşın
bitmesi ile doruğa çıkmış ve uzun yıllar devam etmiştir.
Ancak enteresandır ki, tarihin görebildiği ender
trajedilerden biri olan bu soykırım ve sürgün hakkında hemen
hiç kimse -ki bunlara bu sürgünlerin torunları da
dahildir- hiçbir şey bilmemektedirler. Bu durumun birçok
sebebi vardır. En önemlisi, Osmanlı Devleti’nin iskan
politikasıdır. 26 milyon km. karelik bir coğrafyaya bu insanlar
dağınık bir halde yerleştirilmişlerdir.
SÜRGÜN 21 Mayıs 1864’te son silah da sustuktan
sonra Çar II, Aleksandır’ın kardeşi Granddük Mihail
Nikoleyeviç Ağustos ayında bir bildiri yayınlayarak,
Çerkezlerin bir ay içerisinde Osmanlı topraklarına göçmeleri,
aksi takdirde Rusya’nın iç bölgelerine
yerleştirilecekleri tehdidinde bulundu. Osmanlı Devleti ile
Çerkezlerin Osmanlı topraklarına yerleşmeleri için anlaşan
Rusya, bir yandan Rusya toprakları içerisinde devletin
göstereceği yerlere gitmek isteyenlere yardımcı olunacağını
açıklıyor; bir yandan da halkın arasında kuzeye gidenlerin
derhal askere alınacağı ve 25 yıl boyunca İslâm
halifesinin ordusuna karşı savaştırılacağı dedikodusunu
yayıyordu. Bu dedikodu en az baskı yöntemleri kadar başarılı
olmuştur.M.Yenuyov adlı Rus yazarın anlattığına göre; Müslüman
köylerin halkı, vahşetleri ile ünlü Kazaklar nezaretinde
hızla en yakın Rus Kazak köyüne götürülüyor ve oradan
da Anadolu topraklarına gönderilmek üzere Karadeniz
sahilindeki toplama kamplarına sevk ediliyordu. Bu sırada
halkın yanına çok az bir şeyler almasına izin
veriliyordu. Kazaklar kafilenin arkasından geliyor ve
ormanlara kaçmak isteyenlere engel olmaya çalışıyordu.
Yolda vahşi Kazakların tecavüzlerine direnmeye
kalkanlar, bütün aileleriyle birlikte yok
ediliyorlardı.
SÜRGÜNÜN ZİRVE NOKTASI
Sürgün ve göç, aslında 1859
yılından itibaren başlamıştı. Ancak 1863-1864 yıllarında
zirve noktasına ulaştı. Göç, karadan ve denizden olmak
üzere iki şekilde yapılmıştır. Karadan göçler, deniz
yoluyla yapılanlara kıyasla çok azdır. Rusya Çerkezler’i
bir an önce başından atabilmek için Karadeniz
kıyılarına Osmanlı gemilerinin yanaşmasını yasaklamasına
rağmen, sürgün için bütün Osmanlı gemi ve teknelerinin
yanaşmasına izin vermiş, hatta kendi gemilerini bile
görevlendirmiştir. Çünkü Çerkezler gemilere bindirilip Karadeniz’e
gönderildiği an, Ruslar için iş bitmiş
sayılıyordu. Karadeniz kıyılarına toplanan halk bir yandan açlık,
hastalık ve soğukla mücadele ederken, bazen aylarca gemi
bekledikleri oluyordu. Büyük bir kısmı daha gemiye binemeden
açlık ve hastalıktan ölüyordu. Sürgün edilen halkın
çektiği çile ve eziyetler hakkında ne yazılırsa yazılsın,
hiçbiri gerçekleri yansıtmaya yetmez. İsmail Berkok’un
ifadesiyle, Kafkas halkına reva görülen bu zulüm öylesine
ağırdır ki, hiçbir yazarın vicdanı bu hadiseleri
ayrıntılarıyla anlatmayı kaldırmaz; zaten denese de bu durumu
ifade için tabir bulamayacaktır. Hakikaten bu araştırma
esnasında en büyük zorluk, bu facia ile ilgili ayrıntılarda
yazılı kaynak bulmakta yaşanmıştır. Yaşanan çileye bir
küçük örnek verecek olursak; 1864’te sürgüne tanık olan
A.P. Berje şunları yazıyor: ‘Novorossiyk koyunda 17
bin kadar dağlının toplandığı kıyıda gördüklerimi
unutamayacağım. Onların bu durumlarını gören Hıristiyan olsun,
Müslüman olsun, ateist olsun mutlaka çöker ve perişan
olur. Kışın soğuğunda, kar yağmur altında, evsiz,
yiyeceksiz ve elbisesiz bu insanlar tifo ve çiçek
hastalığının da azizliğiyle tamamen mahkûmdurlar. Anasız
bebeler ağlaşıyorlardı. Analarının kucağında iki
kardeşten biri gözleri önünde ölümle pençeleşirken, kardeşi
ölmüş anasının göğüslerinde süt aramaktaydı. Binlerce
insan göz önünde ölüp tükeniyordu.’
GEMİLER TEPELEME
YÜKLENİYORDU
Karadeniz kıyılarında bu durum yaşanırken, gemilere
binebilenler de çok farklı bir durumla karşılaşmıyordu.
Çerkezler, Türkiye’ye gitmek için acele ediyorlardı. Gemiler
genellikle, deyim yerindeyse tepeleme yükleniyordu. Gemi
sahipleri dağlıları soyup her şeylerini ellerinden
alıyorlardı. Normal zamanda 50-60 kişi alan güverteyi 300 veya
400 kişi dolduruyordu. Erkekler yarı bellerine kadar
suyun içinde, çocuklarını ve karılarını gemiye
taşıyorlardı. Bütün aile gemide yerini alınca onlar da
biniyorlardı. Kadınları geminin ambarına indiriyorlardı.
Erkekler güvertede çömelmiş halde öyle sıkışık
yerleşiyorlardı ki; yolculuk sırasında tayfalar, yolcuların
başları üzerinde yürümek zorunda kalıyorlardı.
Çerkezlerin yanlarına aldıkları yiyecek, birkaç avuç darı ile
birkaç küçük fıçı sudan ibaretti. Açık denizde yolculuk,
bazen 5-6 gün sürüyordu. Denizde hava bozduğunda fazla
yüklenmiş tekneler, denizde tutunamıyor ve batıyordu.
Normal yüklenmiş tekneler ise, dalgalardan o kadar
sarsılıyordu ki, zavallı yolcular üst üste yığılıyor ve
birbirlerini eziyorlardı. Rüzgâr olmadığında gemiler yol
alamıyor, o zaman da açlıktan ölüm ile yüz yüze
kalıyorlardı. Tayfaların anlattıklarına göre böyle bir gemide
ambardaki sıkışıklıktan dolayı ezilerek ölen iki kadın ve
bir bebeği denize atmak zorunda kalmışlar. Üçüncü gün
iki adam ve bir kadın daha ölmüş. Dördüncü gün on beş
kişi ölmüştür. Bazı gemiler ise seyre uygun
olmadığı için alabora oluyor; yüzlerce insan Karadeniz’e
gömülüyordu. Osmanlı sahillerine ulaşanlarda ise yolcuların
yarısı yolda ölmüş, Trabzon’a varmadan önce denize
atılmışlardı. Gemilerde hastalanan ve ölenleri derhal denize atıyorlardı.
Anlatılır ki; böyle bir gemide bir gün ağır bir koku gelir,
ancak bir türlü kokunun sebebini bulamazlar. Nihayet
birkaç gün sonra bu kokunun bir annenin kucağında
yavrusunun cesedinden geldiği anlaşılır. Zavallı anne,
yavrusu denize atılacağı için hiçbir şey söylememiştir.
Zorla yavrusunun cesedi alınır ve Karadeniz’in soğuk
sularına atılır. Ve biçare ana yüreği hemen arkasından
kendisini de o ölüm kokan karanlık sulara bırakır.
KARADENİZ’E BİNLERCE İNSAN GÖMÜLDÜ
Bu ve benzeri şekillerde Osmanlı kıyılarına doğru yol alan gemilerde de
binlerce insan ölmüş ve Karadeniz’e gömülmüşlerdir. Bu
hadise dolayısı ile Karadeniz kıyısında kalan Abhazlar
çok uzun yıllar boyunca Karadeniz’den balık
yiyememişlerdir. Çünkü inanıyorlardı ki o balıklar kardeşlerinin
etleriyle beslenmişlerdir ve o balıkları yemeleri demek,
kardeşlerinin etlerini yemek denmekti. Çaresizliğin, ölümün,
açlık ve hastalığın Çerkez halkı için et ve tırnak gibi
ayrılmaz bir parça haline geldiği hiçbir kavramla ifade
edilemeyen acı kader, bu zavallıların Osmanlı topraklarında
da peşini bırakmadı. Rusya ile anlaşmasını 40-50 bin
kişi için düşünen Osmanlı Devleti, gelen yüz binler
karşısında çaresiz kalmıştır. Fatura yine bu talihsiz halka
çıkmış ve binlerce insan, iskân edileceği yer için daha
yola çıkarılamadan açlık ve hastalıktan
ölmüştür. Trabzon Rus Konsolosu’nun Rus generallerinden Katreçef’e
verdiği bir raporda şu bilgiler yer almaktadır.
Türkiye’ye gitmek üzere Batum’a 70 bin Çerkez geldi.
Bunlardan ortalama olarak günde yedi kişi ölüyor. Trabzon’a
çıkarılan 24.700 kişiden şu ana kadar 19.000’i ölmüştür.
Şimdi burada bulunan 63.900 kişiden her gün ortalama
180-250 kişi ölmektedir. Samsun civarındaki 110.000 kişi
arasında ortalama her gün 200 kişi ölmektedir. Trabzon,
Varna ve İstanbul’a gönderilen 4650 kişiden de günde
40-60 kişinin öldüğü haberini aldım.’A.FONVİL
ANLATIYOR. Çerkezlerin Osmanlı kıyılarındaki halini A.Fonvil şöyle
anlatıyor: Trabzon yakınlarındaki Akçakale’ye çıktığımızda
ilk göçmenlerin kışın başında buraya geldiklerini,
sayılarının 12 bin olduğunu ve hemen hepsinin salgın
hastalıktan ölmüş olduğunu öğrendik. Anadolu kıyılarına
gelenlerin sayısı 60 bini bulmuştu. Sadece Akçakale’ye
gelenlerin sayısı 15 bine ulaşmıştı. Hiç yiyecekleri yoktu
ve Osmanlı hükümetinin sağladığı yardımı saymazsak,
hemen hiçbir şey yemeden yaşıyorlardı. Verilen ekmek,
ihtiyaçlarının ancak yarısını karşılıyordu. Çerkezler bu
karmaşık ortamda bile bir düzen tutturmak için
uğraşıyordu. Her aile kendisine, birkaç parça yoksul ev
eşyasını koyduğu ayrı bir ağaç altı seçmişti. Bütün
varlıkları, birkaç küçük tahtadan yapılma elbise sandığı ve
içinde birkaç avuç darı bulunan deri torbadan ibaretti.
Bazıları ateş için odun kesiyor, bazıları da ağaç
dallarından korunağa benzer bir şeyler yapıyorlardı.
Genç
kadınlar su taşıyor, gece için yosundan ve kuru
yapraklardan yatak hazırlıyor ve çocuklarını emziriyorlardı.
Gözleri yaşla doluydu.’ ‘Akçakale’de o kadar çok ölü
vardı ki ağıtlar dayanılmaz boyutlara ulaşıyordu.
Konukseverliklerinden o kadar süre yararlandığım şimdi ise tamamen
ayrıldığım bu talihsiz insanların kahredici yoksulluğu
yüreğimi sızlatıyordu. Onlar benim dostlarımdı, silah
arkadaşlarımdı. Aynı zamanda hepsinin mutlak ölüme mahkûm
olduğunu biliyordum ve bu bana çok acı veriyordu.
KÖLETİCARETİ HAD SAFHAYA ULAŞTI
Kafkasya’nın bu gururlu
insanları içine düştükleri bu durumdan yararlanmak isteyen
açgözlüler yüzünden köle ticareti yoğunlaşmaya başlamıştı.
Bu zavalıl insanlar çok ucuz fiyata bazen bir ekmek
parasına köle olarak satılıyorlardı. Yüzlerce fırsatçı
köle tüccarı, bu işten büyük kârlar elde etmişlerdi.
Din ve sevap düşüncesiyle bu göçmenlere sahip çıkan
az sayıda hayırsever dışında herkes bu insanlardan
faydalanmaya çalışıyordu. Osmanlı şehirlerinde köle ticareti
büyük boyutlara ulaşmıştı. Oysa yasalara göre köle
ticareti yasaktı.
Çerkez kölelerin fiyatları arzın
yüksek oluşu nedeniyle 60-80 rubleye kadar düşmüştü.
11-12 yaşındaki çocuklar se 30-40 rubleye
satılıyorlardı. Trabzon’dan İstanbul’a köle nakliye güzergahı
kurulmuştu, İngiliz tüccarlar bile köle ticareti
yapıyorlardı. Sefalet ve fakirlik yüzünden göçmenler, hiç
değilse karınları doyar diye evlatlarını satmak zorunda
kalıyordu. Hatta Trabzon’daki Rus Konsolosu bile sanki hiç
suçları yokmuş gibi bu durumu eleştiriyordu. Tahmini
rakamlara göre 1863-1864 arasında 10 binden fazla insan
köle olarak satılmıştır.
OSMANLI’NIN ACZİ
Bu insanlar bu kadar zor koşullarda iken, hemen akla Anadolu
halkı ve Osmanlı Devleti hiç yardım etmedi mi sorusu
gelebilir. Gerçekte halk ilk gelenlere elinden gelen her
yardımı yapmış, ancak kendisi de çok yoksul olduğu için
ve gelenlerin ardı arkası kesilmediği için bir süre
sonra hiç yardım edemez hale gelmiştir. Aynı şey
Osmanlı Devleti için de geçerlidir. Beklenen 50 bin
kişiye karşın 1.5 milyon insan gelmiştir. Zaten devlet
borçlu ve fakir bir haldedir. Bu yüzden Çerkez halkına
gerekli yardımı yapamamıştır. Osmanlı Devleti o kadar
zayıflamıştır ki, bu insanların iskanı meselesinde dahi
Rusya’nın kesin talimatlarına harfiyen uymak zorunda
kalmıştır.
Bu yaşananlardan sonra Kafkasya’lıların iskan
edilmelerine geçersek, Osmanlı onları birarada tutmamaya özen
göstermiştir. Anadolu çok fakir olduğu için bir kısmını
Avrupa’daki topraklara yerleştirmiş, kalanları İstanbul
çevresine Anadolu’yu ikiye bölecek şekilde Samsun-Hatay
hattına, bir kısmını kutsal toprakları korumak için
bugünkü Ürdün, Suriye’nin olduğu topraklara
yerleştirmiştir. Osmanlı bu iskan işini belli amaçlara yönelik
olarak ve planlı bir şekilde yapmıştır. Ancak sürün
hastalık ve ölümler bu talihsiz halkı Osmanlı
topraklarında da rahat bırakmamıştır. Örneğin Çukurova’ya
yerleştirilen 74 bin Çerkez’den geriye sadece 4 bin kişi kalmış
diğerleri sıtmadan ölmüştür. Sağ kalanlar için sürgün adeta
kader haline gelmiş ve sürgün üstüne sürgün
edilmişlerdir. Balkanlardan Sürgün: 1877-78 Osmanlı Rus
Savaşı’nın sonuçları anayurda dönüşün kapılarını kapatırken,
sürgün üstüne sürgün kapılarını açmıştı. 1878 Berlin
Anlaşması’na, Çerkezlerin Balkanlardan çıkarılması şartını
koymuşlar, Osmanlı Devleti de bunu kabul etmişti. Böylece
Balkanlar’a yerleştirilmiş olan Çerkezler, tekrar sürgün
edilerek Anadolu, Suriye ve Ürdün’e gönderdiler.
CENGİZ DEMİRCİ
http://www.kafkasya.net/
21 Mayıs 1864 Kafkasya’da tarihin durduğu
gün. Işgal, sürgün, soykırım, göç Kafkasya;
kahramanların, güzel insanların, eşsiz tabiatın, yalçın ve geçit
vermez dağların olduğu, anka kuşunun efsaneler ülkesi.
Kafkasya, sıcak denizlere inme sevdasının kurbanı, işgal,
kan, gözyaşı, savaş, soykırım ve sürgünler ülkesi.
Sevda türkülerinden çok hürriyet türküleri söyleyen
özgür ruhlu, özgürlük tutkunu, gururlu erkeklerin ve
kadınların ülkesi. Türkiye’de ise sadece Çerkeztavuğu,
Çerkez kızı, harika dansları, efsane İmam Şamil ve Çeçen
savaşı ile hatırlanan güzel ülke. Türkiye’de Kafkasya bu
simgelerle tanınır da, maalesef bu güzel ülkenin
insanlarının Türkiye’ye niçin, ne zaman ve hangi şartlarda
geldikleri ve kim oldukları çok az kimse tarafından
bilinir.Halbuki bundan tam 136 yıl önce Kafkasyalılar için
Türkiye’ye gitmek demek, uğrunda seller gibi kanların
döküldüğü anavatanlarından kalplerini bırakarak sürgün
edilmek ve bu sürgünde anlatılmaz acılar yaşamak
demekti.21 Mayıs Kafkasyalılar için vatanlarından sökülüp
atıldıkları, tarihte eşine ender rastlanan büyük sürgünün ve
tarifsiz acıların yıldönümü.Büyük sürgün ve göçün
üzerinden tam 136 yıl geçti. 21 Mayıs 1864, Kafkasya’da
silahların sustuğu ve son mücadelenin de kaybedildiği, bu
yüzden de büyük sürgünün sembolü kabul edilen gündür. Bu
son mücadele bir bakıma yüzyıllarca süren Rus-Kafkas
savaşlarının kısa bir özetidir. Bir avuç Çerkez, kendilerinden
hem sayıca hem silahça kat be kat üstün olan Rus
kuvvetlerine karşı kahramanca savaşmışlar ve artık yenilginin
kaçınılmaz olduğunu anlayınca kadınlar da silahlanıp savaşa
katılmış ve son kahraman da şehit oluncaya kadar mücadele
etmişlerdir. Vadi kan gölüne dönmüş, hırslarını alamayan
Ruslar geride kalan çocukları birbirine bağlayarak
toplara hedef yapmış ve hepsini imha etmiştir.Bu son
savaşın da kaybedilmesi ile Kafkasya tamamen işgal
edilmiş ve tarihte benzerine zor rastlanır bir sürgün ve
soykırım yaşanmıştır. Bu öyle bir sürgündür ki, yaklaşık
3.000.000 insan yerinden yurdundan sürülmüştür. Bu
insanların yaklaşık 2.000.000’u vatanlarından kovulmuş ve
Osmanlı topraklarına sürülmüş ancak hiçbir zaman geri
dönememişlerdir. Halbuki onlar ilk fırsatta yurtlarına geri
döneceklerini düşünerek, gittikleri yerlerde yıllarca ev bile
yapmamışlardır. Bu sürgün sırasında yüz binlerce insan soğuktan,
açlık ve susuzluktan ve bunların neticesinde
hastalıktan kırılmış, yine bir kısmı da hayvanlar gibi tıklım
tıklım dolduruldukları gemi ve sandallarda fırtınaya
yenik düşerek ölmüşlerdir. Kıyıya ulaşabilenler ise,
imkânların yetersiz olması nedeniyle aynı akıbete Osmanlı
topraklarında yakalanmışlardır. Acılar, sağ kalanların da
yakasını bırakmamış; Osmanlı toprakları içerisinde sürgüne
maruz kalmışlar, bir kısmı da yerleştikleri yerin iklim
koşullarına dayanamayarak hayatlarını kaybetmişlerdir. Büyük
sürgün neticesinde Batı Kafkasya’nın nüfusunun yüzde
90’ı boşaltılmıştır. Sürgün, 1859’da İmam Şamil’in
esir düşmesi ve Doğu Kafkasya’da savaşın sona ermesi
ile başlamış; 1864’te Batı Kafkasya’da savaşın
bitmesi ile doruğa çıkmış ve uzun yıllar devam etmiştir.
Ancak enteresandır ki, tarihin görebildiği ender
trajedilerden biri olan bu soykırım ve sürgün hakkında hemen
hiç kimse -ki bunlara bu sürgünlerin torunları da
dahildir- hiçbir şey bilmemektedirler. Bu durumun birçok
sebebi vardır. En önemlisi, Osmanlı Devleti’nin iskan
politikasıdır. 26 milyon km. karelik bir coğrafyaya bu insanlar
dağınık bir halde yerleştirilmişlerdir.
SÜRGÜN 21 Mayıs 1864’te son silah da sustuktan
sonra Çar II, Aleksandır’ın kardeşi Granddük Mihail
Nikoleyeviç Ağustos ayında bir bildiri yayınlayarak,
Çerkezlerin bir ay içerisinde Osmanlı topraklarına göçmeleri,
aksi takdirde Rusya’nın iç bölgelerine
yerleştirilecekleri tehdidinde bulundu. Osmanlı Devleti ile
Çerkezlerin Osmanlı topraklarına yerleşmeleri için anlaşan
Rusya, bir yandan Rusya toprakları içerisinde devletin
göstereceği yerlere gitmek isteyenlere yardımcı olunacağını
açıklıyor; bir yandan da halkın arasında kuzeye gidenlerin
derhal askere alınacağı ve 25 yıl boyunca İslâm
halifesinin ordusuna karşı savaştırılacağı dedikodusunu
yayıyordu. Bu dedikodu en az baskı yöntemleri kadar başarılı
olmuştur.M.Yenuyov adlı Rus yazarın anlattığına göre; Müslüman
köylerin halkı, vahşetleri ile ünlü Kazaklar nezaretinde
hızla en yakın Rus Kazak köyüne götürülüyor ve oradan
da Anadolu topraklarına gönderilmek üzere Karadeniz
sahilindeki toplama kamplarına sevk ediliyordu. Bu sırada
halkın yanına çok az bir şeyler almasına izin
veriliyordu. Kazaklar kafilenin arkasından geliyor ve
ormanlara kaçmak isteyenlere engel olmaya çalışıyordu.
Yolda vahşi Kazakların tecavüzlerine direnmeye
kalkanlar, bütün aileleriyle birlikte yok
ediliyorlardı.
SÜRGÜNÜN ZİRVE NOKTASI
Sürgün ve göç, aslında 1859
yılından itibaren başlamıştı. Ancak 1863-1864 yıllarında
zirve noktasına ulaştı. Göç, karadan ve denizden olmak
üzere iki şekilde yapılmıştır. Karadan göçler, deniz
yoluyla yapılanlara kıyasla çok azdır. Rusya Çerkezler’i
bir an önce başından atabilmek için Karadeniz
kıyılarına Osmanlı gemilerinin yanaşmasını yasaklamasına
rağmen, sürgün için bütün Osmanlı gemi ve teknelerinin
yanaşmasına izin vermiş, hatta kendi gemilerini bile
görevlendirmiştir. Çünkü Çerkezler gemilere bindirilip Karadeniz’e
gönderildiği an, Ruslar için iş bitmiş
sayılıyordu. Karadeniz kıyılarına toplanan halk bir yandan açlık,
hastalık ve soğukla mücadele ederken, bazen aylarca gemi
bekledikleri oluyordu. Büyük bir kısmı daha gemiye binemeden
açlık ve hastalıktan ölüyordu. Sürgün edilen halkın
çektiği çile ve eziyetler hakkında ne yazılırsa yazılsın,
hiçbiri gerçekleri yansıtmaya yetmez. İsmail Berkok’un
ifadesiyle, Kafkas halkına reva görülen bu zulüm öylesine
ağırdır ki, hiçbir yazarın vicdanı bu hadiseleri
ayrıntılarıyla anlatmayı kaldırmaz; zaten denese de bu durumu
ifade için tabir bulamayacaktır. Hakikaten bu araştırma
esnasında en büyük zorluk, bu facia ile ilgili ayrıntılarda
yazılı kaynak bulmakta yaşanmıştır. Yaşanan çileye bir
küçük örnek verecek olursak; 1864’te sürgüne tanık olan
A.P. Berje şunları yazıyor: ‘Novorossiyk koyunda 17
bin kadar dağlının toplandığı kıyıda gördüklerimi
unutamayacağım. Onların bu durumlarını gören Hıristiyan olsun,
Müslüman olsun, ateist olsun mutlaka çöker ve perişan
olur. Kışın soğuğunda, kar yağmur altında, evsiz,
yiyeceksiz ve elbisesiz bu insanlar tifo ve çiçek
hastalığının da azizliğiyle tamamen mahkûmdurlar. Anasız
bebeler ağlaşıyorlardı. Analarının kucağında iki
kardeşten biri gözleri önünde ölümle pençeleşirken, kardeşi
ölmüş anasının göğüslerinde süt aramaktaydı. Binlerce
insan göz önünde ölüp tükeniyordu.’
GEMİLER TEPELEME
YÜKLENİYORDU
Karadeniz kıyılarında bu durum yaşanırken, gemilere
binebilenler de çok farklı bir durumla karşılaşmıyordu.
Çerkezler, Türkiye’ye gitmek için acele ediyorlardı. Gemiler
genellikle, deyim yerindeyse tepeleme yükleniyordu. Gemi
sahipleri dağlıları soyup her şeylerini ellerinden
alıyorlardı. Normal zamanda 50-60 kişi alan güverteyi 300 veya
400 kişi dolduruyordu. Erkekler yarı bellerine kadar
suyun içinde, çocuklarını ve karılarını gemiye
taşıyorlardı. Bütün aile gemide yerini alınca onlar da
biniyorlardı. Kadınları geminin ambarına indiriyorlardı.
Erkekler güvertede çömelmiş halde öyle sıkışık
yerleşiyorlardı ki; yolculuk sırasında tayfalar, yolcuların
başları üzerinde yürümek zorunda kalıyorlardı.
Çerkezlerin yanlarına aldıkları yiyecek, birkaç avuç darı ile
birkaç küçük fıçı sudan ibaretti. Açık denizde yolculuk,
bazen 5-6 gün sürüyordu. Denizde hava bozduğunda fazla
yüklenmiş tekneler, denizde tutunamıyor ve batıyordu.
Normal yüklenmiş tekneler ise, dalgalardan o kadar
sarsılıyordu ki, zavallı yolcular üst üste yığılıyor ve
birbirlerini eziyorlardı. Rüzgâr olmadığında gemiler yol
alamıyor, o zaman da açlıktan ölüm ile yüz yüze
kalıyorlardı. Tayfaların anlattıklarına göre böyle bir gemide
ambardaki sıkışıklıktan dolayı ezilerek ölen iki kadın ve
bir bebeği denize atmak zorunda kalmışlar. Üçüncü gün
iki adam ve bir kadın daha ölmüş. Dördüncü gün on beş
kişi ölmüştür. Bazı gemiler ise seyre uygun
olmadığı için alabora oluyor; yüzlerce insan Karadeniz’e
gömülüyordu. Osmanlı sahillerine ulaşanlarda ise yolcuların
yarısı yolda ölmüş, Trabzon’a varmadan önce denize
atılmışlardı. Gemilerde hastalanan ve ölenleri derhal denize atıyorlardı.
Anlatılır ki; böyle bir gemide bir gün ağır bir koku gelir,
ancak bir türlü kokunun sebebini bulamazlar. Nihayet
birkaç gün sonra bu kokunun bir annenin kucağında
yavrusunun cesedinden geldiği anlaşılır. Zavallı anne,
yavrusu denize atılacağı için hiçbir şey söylememiştir.
Zorla yavrusunun cesedi alınır ve Karadeniz’in soğuk
sularına atılır. Ve biçare ana yüreği hemen arkasından
kendisini de o ölüm kokan karanlık sulara bırakır.
KARADENİZ’E BİNLERCE İNSAN GÖMÜLDÜ
Bu ve benzeri şekillerde Osmanlı kıyılarına doğru yol alan gemilerde de
binlerce insan ölmüş ve Karadeniz’e gömülmüşlerdir. Bu
hadise dolayısı ile Karadeniz kıyısında kalan Abhazlar
çok uzun yıllar boyunca Karadeniz’den balık
yiyememişlerdir. Çünkü inanıyorlardı ki o balıklar kardeşlerinin
etleriyle beslenmişlerdir ve o balıkları yemeleri demek,
kardeşlerinin etlerini yemek denmekti. Çaresizliğin, ölümün,
açlık ve hastalığın Çerkez halkı için et ve tırnak gibi
ayrılmaz bir parça haline geldiği hiçbir kavramla ifade
edilemeyen acı kader, bu zavallıların Osmanlı topraklarında
da peşini bırakmadı. Rusya ile anlaşmasını 40-50 bin
kişi için düşünen Osmanlı Devleti, gelen yüz binler
karşısında çaresiz kalmıştır. Fatura yine bu talihsiz halka
çıkmış ve binlerce insan, iskân edileceği yer için daha
yola çıkarılamadan açlık ve hastalıktan
ölmüştür. Trabzon Rus Konsolosu’nun Rus generallerinden Katreçef’e
verdiği bir raporda şu bilgiler yer almaktadır.
Türkiye’ye gitmek üzere Batum’a 70 bin Çerkez geldi.
Bunlardan ortalama olarak günde yedi kişi ölüyor. Trabzon’a
çıkarılan 24.700 kişiden şu ana kadar 19.000’i ölmüştür.
Şimdi burada bulunan 63.900 kişiden her gün ortalama
180-250 kişi ölmektedir. Samsun civarındaki 110.000 kişi
arasında ortalama her gün 200 kişi ölmektedir. Trabzon,
Varna ve İstanbul’a gönderilen 4650 kişiden de günde
40-60 kişinin öldüğü haberini aldım.’A.FONVİL
ANLATIYOR. Çerkezlerin Osmanlı kıyılarındaki halini A.Fonvil şöyle
anlatıyor: Trabzon yakınlarındaki Akçakale’ye çıktığımızda
ilk göçmenlerin kışın başında buraya geldiklerini,
sayılarının 12 bin olduğunu ve hemen hepsinin salgın
hastalıktan ölmüş olduğunu öğrendik. Anadolu kıyılarına
gelenlerin sayısı 60 bini bulmuştu. Sadece Akçakale’ye
gelenlerin sayısı 15 bine ulaşmıştı. Hiç yiyecekleri yoktu
ve Osmanlı hükümetinin sağladığı yardımı saymazsak,
hemen hiçbir şey yemeden yaşıyorlardı. Verilen ekmek,
ihtiyaçlarının ancak yarısını karşılıyordu. Çerkezler bu
karmaşık ortamda bile bir düzen tutturmak için
uğraşıyordu. Her aile kendisine, birkaç parça yoksul ev
eşyasını koyduğu ayrı bir ağaç altı seçmişti. Bütün
varlıkları, birkaç küçük tahtadan yapılma elbise sandığı ve
içinde birkaç avuç darı bulunan deri torbadan ibaretti.
Bazıları ateş için odun kesiyor, bazıları da ağaç
dallarından korunağa benzer bir şeyler yapıyorlardı.
Genç
kadınlar su taşıyor, gece için yosundan ve kuru
yapraklardan yatak hazırlıyor ve çocuklarını emziriyorlardı.
Gözleri yaşla doluydu.’ ‘Akçakale’de o kadar çok ölü
vardı ki ağıtlar dayanılmaz boyutlara ulaşıyordu.
Konukseverliklerinden o kadar süre yararlandığım şimdi ise tamamen
ayrıldığım bu talihsiz insanların kahredici yoksulluğu
yüreğimi sızlatıyordu. Onlar benim dostlarımdı, silah
arkadaşlarımdı. Aynı zamanda hepsinin mutlak ölüme mahkûm
olduğunu biliyordum ve bu bana çok acı veriyordu.
KÖLETİCARETİ HAD SAFHAYA ULAŞTI
Kafkasya’nın bu gururlu
insanları içine düştükleri bu durumdan yararlanmak isteyen
açgözlüler yüzünden köle ticareti yoğunlaşmaya başlamıştı.
Bu zavalıl insanlar çok ucuz fiyata bazen bir ekmek
parasına köle olarak satılıyorlardı. Yüzlerce fırsatçı
köle tüccarı, bu işten büyük kârlar elde etmişlerdi.
Din ve sevap düşüncesiyle bu göçmenlere sahip çıkan
az sayıda hayırsever dışında herkes bu insanlardan
faydalanmaya çalışıyordu. Osmanlı şehirlerinde köle ticareti
büyük boyutlara ulaşmıştı. Oysa yasalara göre köle
ticareti yasaktı.
Çerkez kölelerin fiyatları arzın
yüksek oluşu nedeniyle 60-80 rubleye kadar düşmüştü.
11-12 yaşındaki çocuklar se 30-40 rubleye
satılıyorlardı. Trabzon’dan İstanbul’a köle nakliye güzergahı
kurulmuştu, İngiliz tüccarlar bile köle ticareti
yapıyorlardı. Sefalet ve fakirlik yüzünden göçmenler, hiç
değilse karınları doyar diye evlatlarını satmak zorunda
kalıyordu. Hatta Trabzon’daki Rus Konsolosu bile sanki hiç
suçları yokmuş gibi bu durumu eleştiriyordu. Tahmini
rakamlara göre 1863-1864 arasında 10 binden fazla insan
köle olarak satılmıştır.
OSMANLI’NIN ACZİ
Bu insanlar bu kadar zor koşullarda iken, hemen akla Anadolu
halkı ve Osmanlı Devleti hiç yardım etmedi mi sorusu
gelebilir. Gerçekte halk ilk gelenlere elinden gelen her
yardımı yapmış, ancak kendisi de çok yoksul olduğu için
ve gelenlerin ardı arkası kesilmediği için bir süre
sonra hiç yardım edemez hale gelmiştir. Aynı şey
Osmanlı Devleti için de geçerlidir. Beklenen 50 bin
kişiye karşın 1.5 milyon insan gelmiştir. Zaten devlet
borçlu ve fakir bir haldedir. Bu yüzden Çerkez halkına
gerekli yardımı yapamamıştır. Osmanlı Devleti o kadar
zayıflamıştır ki, bu insanların iskanı meselesinde dahi
Rusya’nın kesin talimatlarına harfiyen uymak zorunda
kalmıştır.
Bu yaşananlardan sonra Kafkasya’lıların iskan
edilmelerine geçersek, Osmanlı onları birarada tutmamaya özen
göstermiştir. Anadolu çok fakir olduğu için bir kısmını
Avrupa’daki topraklara yerleştirmiş, kalanları İstanbul
çevresine Anadolu’yu ikiye bölecek şekilde Samsun-Hatay
hattına, bir kısmını kutsal toprakları korumak için
bugünkü Ürdün, Suriye’nin olduğu topraklara
yerleştirmiştir. Osmanlı bu iskan işini belli amaçlara yönelik
olarak ve planlı bir şekilde yapmıştır. Ancak sürün
hastalık ve ölümler bu talihsiz halkı Osmanlı
topraklarında da rahat bırakmamıştır. Örneğin Çukurova’ya
yerleştirilen 74 bin Çerkez’den geriye sadece 4 bin kişi kalmış
diğerleri sıtmadan ölmüştür. Sağ kalanlar için sürgün adeta
kader haline gelmiş ve sürgün üstüne sürgün
edilmişlerdir. Balkanlardan Sürgün: 1877-78 Osmanlı Rus
Savaşı’nın sonuçları anayurda dönüşün kapılarını kapatırken,
sürgün üstüne sürgün kapılarını açmıştı. 1878 Berlin
Anlaşması’na, Çerkezlerin Balkanlardan çıkarılması şartını
koymuşlar, Osmanlı Devleti de bunu kabul etmişti. Böylece
Balkanlar’a yerleştirilmiş olan Çerkezler, tekrar sürgün
edilerek Anadolu, Suriye ve Ürdün’e gönderdiler.
CENGİZ DEMİRCİ
http://www.kafkasya.net/